ÇUKUROVA ÜNİVERSİTESİ-TÜRKOLOJİ ARAŞTIRMALARI MERKEZİ
Anasayfa | Makale Bilgi Sistemi | Konu Dizini Yazarlar DiziniKaynaklar Dizini | Makale-Yazar Listesi |  Makale Sayısı-Tarih Listesi | Güncel Türkoloji Kaynakçası

Atatürk Araştırmaları || Çukurova Araştırmaları || Halkbilim || Dilbilim || Halk Edebiyatı || Yeni Türk Dili || Eski Türk Dili
Yeni Türk Edebiyatı || Eski Türk Edebiyatı || Dil Sorunları || Genel || Tiyatro || Çağdaş Türk Lehçeleri

 

“HOŞÇA BAK ZÂTINA KİM / ÂLEM-Î KÜBRÂSIN SEN” NAZİRE GELENEĞİ İÇİNDE ŞEYH GÂLİB’İN MEŞHUR ŞİİRİ

Yrd. Doç. Dr. Osman ÜNLÜ

Düzce Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi,

Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü

CBÜSOSYAI. BİLİMLER DERGİSİ    Yıl : 2011 Cilt :9 Savı :2

ÖZET

Klâsik edebiyatımızda nazire geleneğinin çok yaygın olduğu bilinmektedir. Nazire geleneği içinde tertip edilen nazire mecmualarının çokluğu, bu geleneğe şâirlerin verdiği değerin bir göstergesidir. Bu yazıda Şeyh Gâlib ’in belki de en ünlü şiiri olan “Ey dil ey dil ...” musammatının nazire geleneği içindeki yeri değerlendirilecektir. Şeyh Gâlib ’den yüzyıllar önce onunla aynı çizgide şiir yazan Gubârî ve Nizamoğlu ’nun şiirleriyle karşılaştırılarak Şeyh Gâlib ’in şiirinin bir nazire zincirinin halkası olup olmadığı tesbit edilecektir.

Anahtar Kelimeler: Nazire, Gubârî, Seyyid Nizamoğlu, Şeyh Gâlib

“HOŞÇA BAK ZÂTINA KİM / ÂLEM-İ KÜBRÂSIN SEN”

ŞEYH GÂLIB’S FAMOUS POEM IN THE TRADITION OF NAZIRE

ABSTRACT

In our classical literature known to be very common the tradition of nazire. The majority of nazire mecmua is an indication of the value given by the poets of this tradition. In this paper, Şeyh Gâlib ’s perhaps the most famous poem, “Ey dil ey dil...”, considered the place of in this tradition. Centuries ago from Şeyh Gâlib who work in the same line of this poem, Gubari and Nizamoglu’s poems comparison will be made. This poem of Şeyh Gâlib will show whether there is aring of nazire chain.

Keywords: Nazire, Gubârî, Seyyid Nizamoğlu, Şeyh Gâlib

Giriş:

Eş ve benzer anlamındaki “nazîr” kelimesinden türetilmiş olan nazirenin anlamı kaynaklarda birbirine benzer şekilde verilmiştir: “Başka nesneye müşâbih ve mümâsil olan nesne ve hususan bir şairin şiirine müşâbih olmak kasdıyla naazm ve tertib olunan şiir” (Redhouse 1276: 395), “Bir şeye benzemek üzere yapılan şey, örnek, misl, karşılık; bir şairin bir şiirini takliden söylenilen şiir: meşâhir-i şuarânın bazı meşhur gazellerine çok nazireler söylenmiştir”(Ş. Sâmî 1317: 1464), “Örnek, karşılık; bir şâirin manzum bir eserine (çok zaman gazeline) başka bir şair tarafından aynı vezin ve kafiyede olmak üzere yapılan benzer” (Devellioğlu 1998: 813), “Bir şairin manzum bir eserine başka bir şair tarafından aynı vezin ve kafiyede yazılan şiir” (Köksal 2006: 456)

Cem Dilçin, gazeli konu alan bir yazısında nazire hakkındaki şu bilgileri verir:

Divan edebiyatında, bir şairin şiirine başka bir şair tarafından aynı vezin, kafiye ve redifle bir benzerini yazma geleneği vardır ki, bu gelenek en yaygın olarak gazelde uygulanmıştır. Bu yolda gazel söylemeye tanzîr etme, nazîre yazma, nazîre söyleme, nazîre deme ya da cevap yazma, cevap verme, söylenilen gazele de nazîre denir. (1986: 108)

Bir şairin gazelini tanzir etmek ona karşı duyulan saygıyı, şiirinin, edasının ve üslûbunun beğenildiğini gösterir. Ünlü bir şairin gazeline ya da sevilen, beğenilen bir gazele söylenen nazire, asıl şiirle beraber anılır ve onunla birlikte ün kazanır. (109)

Türk edebiyatında en yaygın geleneklerden biri olan nazirecilikte bir nazirenin temel olarak örnek aldığı şiirle (zemin şiir veya model şiir) dış yapı açısından aynı nazım şekliyle yazılması, aynı vezin, aynı kafiye ve/veya redifle kaleme alınması gerekmektedir (Köksal 2003: 228). İkinci olarak da model olarak alınan şiirin muhteva özellikleriyle (sanatsal göndermeleri, hayal, çağrıştırılan anlam, mazmun ve eda) benzer tarzda ifade edilmesi gerekmektedir (Kalpaklı 2006: 135).

Bir şairin başka bir şairin şiirine nazire yazmasının altında üç farklı amaç bulunmaktadır:

1.    Üstat şairleri taklit ederek onların yardımıyla kendi şairliklerini geliştirmek: Şiire yeni başlamış genç şairler (nev-hevesân) önceleri üstat şairlerin yolunda yürüyerek kişiliklerini bulmuşlardır. Bu, tıpkı hattatların mevcut hat örneklerinin üzerinden geçerek kendi yazı pratiklerini geliştirmelerine benzetilmektedir. Şiire yeni başlayanlar da belli bir vezin ve kafiyede şiir yazarak şairliklerini ilerletme amacıyla nazire yolunu kullanmışlardır.

2.    Zemin şiiri geçmek: Şairler arasında rekabet önemli bir yer tuttuğu için

o şairden daha iyi şiir yazabildiğini göstermek amacıyla nazireler yazılmıştır. Bu şekilde şair, model olarak aldığı şairden daha ince hayaller ve yeni mazmunlar kullanarak ondan daha üstün olduklarını kendi edebî çevrelerine ispatlamaya çalışmışlardır.

3.    Dostluk göstermek: Bu şekilde nazireci, model aldığı şiire ve şiirin sahibine değer verdiğini göstermek amacıyla o şiiri tanzir etmiştir. (Kalpaklı 2006: 135; Dilçin 1986: 109; Kurnaz 2007: 32-45)

Nazirenin klâsik Türk edebiyatındaki belki de en önemli işlevi, şairlerin

kendilerini yetiştirmesinde önemli bir basamak teşkil etmesidir. Bu nedenle çeşitli araştırmacılar tarafından nazire geleneği için Osmanlı şiir okulu (Dilçin: 109) veya Osmanlı şiir akademisi (Tanpınar 1988: 22; Kalpaklı: 133) gibi adlandırmalar yapılmıştır. Cemal Kurnaz’a göre bir şairin tam anlamıyla iyi bir şair olabilmesi için çeşitli aşamalardan geçmesi lazımdır. Bir şairin şairlik okulundan mezun olabilmesi için bazı dersler vermesi gerekmektedir. Bu aşamalardan en sonu ve en önemlisi ise naziredir (Kurnaz 2007: 32).

Nazirenin nakiza (veya reddiye) ve tehzil adı verilen şekilleri de bulunmaktadır (Dilçin 1986: 112-114; Köksal 2006b: 49-51, 59-62).

Klâsik Türk edebiyatının en önemli temsilcilerinden biri olan Şeyh Gâlib, yaşayan edebî gelenekten ve kendisinden önceki şairlerden de faydalanmış, onlara nazireler yazmıştır (Alparslan 1988: 11). Muhsin Kalkışım, onun en ünlü şiirlerinden biri olan ve “Ey dil ey dil...” beytiyle başlayan musammatını Seyyid Seyfullah’a nazire olarak kaleme aldığını belirtir (1994: 32). Ayrıca XVI. yüzyıl şairlerinden biri olan Gubârî’nin (öl. 974/1566) bir tercî-i bendinin de aynı vezin ve redifle yazılması Şeyh Gâlib’in bu şiiri yazarken gelenekten fazlasıyla yararlandığı anlamına gelmektedir. Gubârî ile Şeyh Gâlib şiirlerindeki bu benzerliğe ilk dikkat çeken Haluk İpekten olmuştur (1996: 106). Daha sonra ise tarafımızca hazırlanan başka bir yazıda da bu ilişkiye değinilmişti (2005: 17).

İşte bu yazıda bahsi geçen üç şair ve şiirleri ele alınarak nazire geleneğindeki yerleri tespit edilmeye çalışılacaktır. Kronolojik olarak bakıldığında bu üç şair Gubârî (öl. 974/1566), Nizamoğlu (öl. 1010/1601) ve Şeyh Gâlib (öl. 1213/1799) olarak sıralanmaktadırlar. Nizamoğlu’nun XVI. yüzyılın sonlarına doğru, özellikle III. Murad zamanında şöhretinin yaygınlaştığı düşünülürse bu şiirlerden ilkinin Gubârî’ye ait olma ihtimali oldukça yüksektir.

I. Gubârî ve Tercî-i Bendi:

Gubâri, XVI. yüzyılın şair, hattat ve Nakşibendî şeyhlerindendir. Akşehir’de doğmuştur. İstanbul’da Kınalızâde Ali ve Müslim Çelebi’den ders almıştır. Kanunî’nin 1534 Irak seferine ordu kâtibi olarak katılmıştır. Dönüşünde Vefa tekkesine bağlanmış, bir ara Akşehir Sultan Abdullah Zaviyesine şeyh olmuştur. 1537’de hacca gitmiş, burada bir süre surre eminliği1 yaptıktan sonra Kütahya’da Kanunî’nin oğlu şehzade Beyazıd’ın hizmetine girmiştir. Şehzade Selim ve Beyazıd arasındaki olaydan sonra Yenicehisar’a hapsedilmiş, bir süre sonra serbest bırakılmıştır. 1562’de Mahmil kadılığına tayin edilerek Mekke’ye gönderilmiş ve ömrünün sonuna kadar orada yaşamıştır2.

Gubârî’nin tercî-i bendi beş bendden oluşmaktadır. Şiirin zamanında çok okunmuş ve beğenilmiş olduğu, bu şiirin vasıta beytinin ondan bahseden dönem kaynaklarının hemen hemen hepsi tarafından örnek verilmesinden anlaşılmaktadır.

Künhü’l-ahbâr’da onun şiiri hakkında “nazmınun halâveti ve eş ’ârınun belâgati âşikâr u zâhirdür” denilmektedir. Söz konusu tercî-i bend için “Bir zaman makâmât-ı sülûk-ı menâzili tayy itmek vâdilerini işâ’ata andan bâlâ-ter rütbede bir tercî’ dahı nazm eyledi. Ya’ni ki “Gâfil olma gözün aç âlem-i kübrâsın sen / Sidre vü levh u kalem arş-ı mu’allâsın sen” bendinün mükemmelini nazma koydı” ifadeleri kullanılmaktadır (İsen 1994: 247). Latîfî de “ve dahı tercî’-i bedî’ nâm bir ilâhî tercî’i vardur ki meşhûr-ı âfâkdur. Bu birkaç beyt andandur” ibarelerinden sonra şiirin son bendini örnek olarak vermiştir (Canım 2000: 408). Hasan Çelebi Tezkiresi’nde ise tarika-i aliyye-i Nakşibendiyeye süluk etmişidi. Bu tercî’i ol zamânda deyüp meşhûr-ı cihân ve makbûl-i hünerverân olmuşıdı. Tercî’-i mezbûrun bendi budur:” ifadeleri bulunmaktadır (Kutluk 1989: 712). Âşık Çelebi’de “Nakşibendiye nakşı geldi dest-i sülûkına İstanbul ’da Emir Buhari zaviyesi şeyhinden cur ’a sunıldı. Tarik-ı mezkûr şuarâsınun resm-i ma’hudı üzre hâlet-bahş u fenâ-engîz, tasavvuf-nümâ vü nasihat-âmîz şi ’rler söyledi. Cümleden bu meşhûr tercî-benddür ki bend:...” ifadeleri yer almaktadır (Kılıç 2010: 1613).

Kaynaklarda Gubârî’nin divanının bulunduğu ifade edilse de şu ana kadar tespit edilememiştir. Onun şiirlerine ancak çeşitli mecmualarda ve tezkirelerde rastlanmaktadır. Bu çalışmanın konusu olan tercî-i bendi de şiir mecmualarından yararlanılarak tespit edilmiştir. Bu şiiri ilk tespit eden ve Latin harfleriyle yayımlayan Ali Nihat Tarlan olmuştur. Özel kütüphanesindeki bir mecmuada bulunan şairlere ait “güzel parçaları” yayımlayan Tarlan, bu yazısında Gubârî’nin yanı sıra Kıyâsî, Ulvî ve Selîkî’nin bazı şiirlerine yer vermiştir. Tarlan’ın bu yazısında neşrettiği şiir, “Pend-nâme-i Gubârî" başlığını taşır (1946: 127-129). Gubârî’nin bu şiirinin ikinci yayımı ise Mahmut Kaplan tarafından yapılmıştır (1993: 34). Şiirin bu neşrinde yine bir mecmuadan yararlanılmıştır. Nuruosmaniye Kütüphanesi Ty. 4967/38 numarada bulunan mecmuadaki şiir, 111b-112b yapraklar arasındadır. Tarafımızca yapılan katalog taramasında şiirin aynı kütüphanedeki Ty. 4959 numarasıyla kayıtlı bir mecmuada bir nüshası daha tespit edilmiştir. Yanlış olarak “Terkib-i Bend-i Gubârî" başlığını taşıyan şiir, mecmuanın 374b-376b yapraklarında derkenar olarak yazılmıştır. Bu mecmua ile birlikte şiirin bilinen nüshalarının sayısı üçe çıkmaktadır. Bu üç nüsha kullanılarak şiirin hazırlanan karşılaştırmalı metni makale sonunda ek olarak verilmiştir.

II. Seyyid Nizamoğlu ve Tercî-i Bendi

Seyyid Seyfullah Nizamoğlu XVI. yüzyıl tekke şiirinin önemli temsilcilerinden biridir. Adı Seyfullah Kasım’dır. İlk eğitimini babasından almıştır. Ümmî Sinan’ın (öl. 958/1551) yanında seyr ü sülûkunu tamamladıktan sonra Silivrikapı’daki Emirler Tekkesi’nde irşada başlamış ve ölünceye kadar burada kalmıştır. Öldüğünde de bu tekkenin haziresine defnedilmiştir. Onun

Bu aşk bir bahr-i ummandır buna hadd ü kenâr olmaz Delîlim sırr-ı Kur’andır bunu bilende âr olmaz beytiyle başlayan ilahisi çok beğenilmiş, tekke muhitlerinde yaygın biçimde okunagelmiş (Tosun 2009: 73), bazı şairler tarafından da şerh edilmiştir (Özmen 1998: 469). Seyyid Seyfullah, Seyyid Seyfi, Seyyid Nizamoğlu, Nizamoğlu ve Seyfi mahlaslarını kullanan şairin külliyatı basılmıştır3. Bu baskı, ayrıca Mehmet Yaman tarafından Latin harflerine çevrilerek yayımlanmıştır4. Nizamoğlu, aynı zamanda Halvetî tarikati Ahmediyye kolu Sinaniye şubesinin kurucusu olan ünlü mutasavvıf İbrahim Ümmî Sinan’ın (öl. 958/1551) baş halifesidir. Bu şair, birçok kaynakta XVII. yüzyılda yaşamış başka ünlü bir mutasavvıf olan Elmalılı Ümmi Sinan’la karıştırılmıştır (Bilgin 2000: XI). Nizamoğlu, çoğu tekke şairi gibi şiirlerinde hem aruzu hem de hece veznini kullanmıştır.

1010/1601’de vefat eden Nizamoğlu’nun külliyatında bulunan şiirin baskısında herhangi bir başlık bulunmamaktadır. Ancak yazma nüshaların birinde “Tercî-i Bend-i Diğer” başlığıyla yer almaktadır. Bu manzumenin Şeyh Gâlib’in şiiriyle olan ilişkisi ise Muhsin Kalkışım tarafından ortaya konulmuştur. Kalkışım, Şeyh Gâlib’in etkilendiği şahsiyetler listesinde bu şiirin Seyyid Seyfullah’ın manzumesine nazire olduğunu belirtir (1994: 32).

Nizamoğlu’nun şiirinin matbu nüshasındaki bazı mürettip hataları ile latinize edilmiş metinde bulunan okuma yanlışları düzeltilmiş, metin yazma nüshalarla karşılaştırılarak makalenin sonuna eklenmiştir.

III. Şeyh Gâlib ve Mütekerrir Müsemmeni:

Şeyh Gâlib 1171/1757’de İstanbul’da doğmuştur. Babasının bir Mevlevî olması nedeniyle çocukluğu ve yetişmesinde Mevlevîlik önemli yer tutar. Yetişmesinde döneminin önemli hocalarının rolü büyüktür. Yirmi dört yaşında Divan-ı Hümayun kalemine girer ve aynı yıl divanını tertip eder. Bir süre sonra Konya’ya giderek orada çileye başlar. Bu çileyi 1787’de İstanbul Yenikapı Mevlevihanesi’nde tamamlar. 1791’de de Galata Mevlevihanesi’ne şeyh olarak tayin edilir ve 1798’de ölümüne kadar bu görevde kalır. (Ayrıntılar için Kalkışım 1994: 13-25; Ayvazoğlu 1995a: 15-31; Gürer 2000: 203-225)

Şeyh Gâlib’in en ünlü şiirlerinden bir olan ve

Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen vasıta beyitli musammatı gönümüzde de devam eden bir şöhret bulmuş ve birçok şahsiyeti derinden etkilemiştir. Örneğin Sadettin Nüzhet (Ergun) bu şiir hakkında şu ifadeleri kullanır:

Galip divanının en güzel parçalarını; musammatlar, hikâyeler ve bir kısım gazeller teşkil etmektedir. Bilhassa onun, “ey dil... ” beytile başlayan müseddesi5, yalnız Türk edebiyatının değil, bütün islâmî tasavvuf edebiyatının “insan-ı kâmil” nazariyesini en canlı bir ifade ile anlatan müstesna bir manzumesidir (1932: 18)

Son dönemlerde Hilmi Yavuz, dublaj Türkçesinin yaygınlaştırdığı “kendine iyi bak” yerine Gâlib’e uyarak “hoşça bak zâtına” tabirinin kullanılmasını teklif etmiştir (Ayvazoğlu 1995: 147). Yine yaşayan şairlerden biri olan H. Hüsrev Hâtemi’nin kitaplarından biri, “Hoşça Bak Zâtına” adını taşımaktadır6.

Şeyh Gâlib’in bu şiirinin vasıta beyti birçok bağlamda ve birçok değişik alanda yorumlanmıştır. Çünkü tasavvufta kâinatın bir meyvesi ve yaratılış zincirinin son halkası olan insanı öz ve basit bir şekilde anlatan çok az ifade vardır. Klâsik edebiyatla uğraşan birçok bilim insanı bu şiirin şerh etmiştir (Gölpınarlı 1985: 20-23; Alparslan 1988: 48-53; Kalkışım: 1997: 56-61). Bunun yanında şiirin başka bağlamlarda da yorumlandığı görülmektedir. Örneğin Hilmi Yavuz, eski Yunan’dan bu yana batı felsefesinde kendine yer bulan “epimeleshthai seautou- kendine özen gösterme” ideali ile Gâlib’in bu beytinde kendini gösteren “insan-ı kâmil” idealinin benzerlikler taşıdığını söyler. Ama bu benzerlik temeldedir ve ulaşılmak istenen amaçta büyük farklılık gösterir. Hilmi Yavuz’a göre bu, eski Yunan’da ruhu yetiştirme amacı olurken tasavvufta insan-ı kâmile ulaşma amacının bir gereği olmaktadır (Y avuz 1995: 63).

IV. Şiirlerin Şekil ve Muhteva Açısından Karşılaştırılması

a. Şekil Özellikleri:

Bir şiirin başka bir şiire nazire olarak değerlendirilmesi için gereken ilk şey, manzumenin örnek alınan zemin şiirle olan şekil birlikteliğidir. Burada şiirlerin dış görünüş özellikleri dikkate alınır. Dikkate alınan bu dış görünüş özelliklerinin başında nazım şekli gelmektedir. İncelenen üç şiir metninin de nazım şekli tercî-i bend olarak kaynaklara ve eserlerin nüshalarına kaydedilmiştir.

Ancak bunun yanında tercî-i bend nazım türü ile diğer musammatlar arasındaki farkın ortaya konulması gerekmektedir. Tercî-i bendle ilgili teorik bilgi veren Müstakimzâde şunları söylemektedir:

“Üç veya yedi şiire derler ki, her şiirin kafiyesi başka ve arası bir matla ile bend ü fasl olunur. Kafiyede şiir-i sâbıka ve lâhika dahi muhâlif ola ve her fâsılada bent olan matla ’ tekrar oluna, tağyir olunmaya. Lâkin cümlesi vezinde yeksân ola. Eğer o bent olan beyit tekrar olunmayıp her bent bir başka beyit olursa ona terkib-bent derler” (Kurnaz ve Çeltik 2010: 305)

Bu tanımdan yola çıkıldığında tercî-i bend ile diğer musammatlar arasındaki en önemli farkın kafiye olduğu görülmektedir. Tercî-i bendde esas nokta, her bendin sonunda tekrarlanan vasıta beytinin ilk bend de dahil olmak üzere bütün bendlerin kafiyelenişinden farklı olmasıdır. Diğer musammatlarda ise eğer bu mütekerrrir bir musammatsa tekrarlanan beyit veya mısralar, ilk bendin kafiyesinde olmak zorundadır. Buna göre bir tercî-i bendin kafiyelenişi şu şekilde gösterilebilir:

I.    Bend: bb bb bb bb .. AA (veya bb xb xb xb ... AA)

II.Bend:    cc cc cc cc . AA (veya cc xc xc xc . AA)

Bir musammatta ise tekrar eden beyit ya da mısra, ilk bendin kafiyelenişi içinde yer almaktadır. Örneğin mütekerrir bir müsemmende kafiyeleniş şu şekilde olmaktadır:

I.    bend : aaaaaaAA (veya aaaaaaaA )

II.    bend: bbbbbbAA (veya bbbbbbbA)

Çalışmada incelenen üç manzumenin kafiye düzeni aşağıda sırasıyla verilmiştir:

Gubârî:    bb bb bb xb xb xb AA (ilk bend)

cc cc cc xc xc xc AA (ikinci bend) dd xd xd xd xd xd AA (diğer bendler)

aa xa xa xa AA bb xb xb xb AA

Nizamoğlu:


aa aa aa AA bb bb bb AA

Şeyh Gâlib:


Yukarıda verilen bilgilerin ışığında bu kafiye düzeni değerlendirildiğinde Gubârî’nin şiirinde tercî-i bend tanımına uygun bir kafiye şemasının olduğu görülmektedir. Dolayısıyla Gubârî’nin şiiri tercî-i bend nazım şekliyle yazılmıştır.

Nizamoğlu’nun şiirinde vasıta beytinin kafiyelenişi ilk bendle aynıdır. Ancak her bendi on mısradan oluşan bu şiirin muaşşer olarak adlandırılması için bendlerin kafiye düzeninin musarra (her mısra aynı kafiyeli) olması gerekmektedir. Bunun yanında tercî-i bendlerde tekrarlanan vasıta beytinin ilk bendden ayrı kafiyeli olması gerekmektedir. Ancak bir tercî-i bendde, bendler aaxaxaxa şeklinde yani bir gazeldeki gibi kafiyelenmişse vasıta beyti bu ilk

bendin kafiyesi ile aynı şekilde kafiyelenmiş olabilir (Kurnaz ve Çeltik 2010: 322). Verilen bilgiler ışığında Nizamoğlu’nun şiirine tekrar bakıldığında bu şiirin bir tercî-i bend olduğu sonucuna ulaşılabilir.

Şeyh Gâlib’in şiiri ise mütekerrir müsemmendir. Çünkü hem bendlerin kafiyelenişi hem de vasıta beytinin ilk bendle kafiyeli olması bu konuda herhangi bir şüpheye yer bırakmamaktadır. Bunun yanında, her üç şiirin de yazma nüshalarında “tercî-i bend’ başlığını taşımaları onların bu nazım şekliyle yazıldıklarını göstermez. Şeyh Gâlib Divanı’ndaki mütekrerrir musammatların birçoğu da yazma nüshalarda “tercî-i bend” adıyla geçmektedir (Kurnaz ve Çeltik 2010: 346).

Şiirlerin bend ve bendleri oluşturan beyit sayılarında da farklılıklar bulunmaktadır. Gubârî ve Nizamoğlu’nun tercî-i bendleri beşer bendden oluşmaktadır. Ancak Gubârî’nin şiirini oluşturan bendler yedişer (vasıta beyti dahil olmak üzere) beyitken Nizamoğlu’nun şiiri beşer beyitten meydana gelmektedir. Şeyh Gâlib’in şiiri ise dörder beyitlik altı bendden oluşmaktadır.

Şiirlerin birbirlerine nazire olmalarındaki en önemli göstergelerden bir diğeri de bendlerin vasıta beyitlerinde kullanılan redif ve kafiyelerdir. Her üç şiirde de redif, “-sin sen” öbeğidir. Gubârî ve Nizamoğlu’da kullanılan kafiye “-â-” harfi iken Şeyh Gâlib’in şiirinde kullanılan kafiye “-m-” harfidir. Yani Şeyh Gâlib, şiirin tekrar beytinde diğer şairlerle aynı redifi kullanırken kafiyede farklı bir harf kullanmıştır. Ancak bu durum Şeyh Gâlib’in şiirinin diğer şiirlerle arasında bir nazire bağının olmasına engel teşkil etmez. Kaynaklarda, şiirlerin birbirine nazire olabilmesi için gereken temel vasıflardan biri olarak aynı kafiyede yazılmış olmaları gösterilmektedir. Ancak bu özelliğin bütün nazireleri kapsamadığı görülmektedir (Köksal 2006b: 33). Dolayısıyla nazireler, kimi zaman model şiirle aynı vezinde fakat değişik kafiye ve redifte de olabilmektedir (Dilçin 1986: 113).

Bunun yanında bendlerdeki beyitlerin kafiyelenişinde de bazı farklıklar bulunmaktadır. Nizamoğlu ve Şeyh Gâlib’in şiirlerinin kafiyelenişi baştan sona kadar aynı şekilde devam ederken Gubârî’nin şiirinde biraz farklı bir kafiyeleniş şekli vardır. Şiirin ilk iki bendinde ilk üç beytin mısraları birbiriyle kafiyeli, diğer beyitlerin ikinci mısraları ilk beyitle kafiyelidir. Diğer bendlerde ise normal tercî-i bend kafiyelenişi bulunmaktadır.

Her üç şairin de şiirlerinde kullandıkları redifler bend bend aşağıdaki tabloda gösterilmiştir:_

Şair

I.

Bend

II.

Bend

III.

Bend

IV.

Bend

V.

Bend

VI.

Bend

Gubârî

-etde

-et

sende

sandun

-et niçe bir

-etdür hep

Nizamoğlu

-âsın

sen

-ûr

olmak

-âhı bilür

-âhı

-ân olasın

Şeyh

Gâlib

-emsin

sen

sanma

-âra

sakın

-et sende

olmayasın

-er et

Bendlerde kullanılan rediflere bakıldığında, burada birbirine benzer rediflerin kullanıldığı hemen göze çarpmaktadır. “Sen” zamiri her üç şairde de ortak kullanılan rediftir. Zaten vasıta beyitlerinin redifi de aynı kelimedir. Bunun yanında benzer anlamları çağrıştıran redifler de bulunmaktadır. Şiirlerde kullanılan rediflerdeki bir ortak özellik de emir kipindeki sözcüklerin fazlalığıdır. “sandun, sanma, sakın, olmayasın olasın” kelimeleri okuyucuda dikkat edilmesi ve uzaklaşılması gereken bir uyarı havası oluşturmaktadır. Nasihat veren şiirlerde kullanılan bu üslûp özelliğinden yola çıkarak bu şiirlerin birer pendnâme oldukları söylenebilir. Zaten Ali Nihad Tarlan ile Mahmut Kaplan’ın yayımlarında Gubârî’nin şiirinin başlığı “Pend-nâme-i Gubârî” olarak belirtilmiştir.

Şiirlerin şekil olarak ortak yönlerinden biri de kullanılan vezindir. Her üç şair de şiirlerinde aruzun remel bahrinin “feilâtün/feilâtün/feilâtün/feilün” veznini kullanmıştır.

b. Muhteva Özellikleri:

Bir şiirde ifade edilmek, anlatılmak istenen şey genellikle redifte özetlenir. Yani şiirde ne anlatılmak isteniyorsa redifle o konunun özü anlatılır. Bir şiirde redif ne ise bir tercî-i benddeki vasıta beyti veya bir musammatta tekrar eden mısra ya da beyit aynı işlevi görmektedir. Kısacası musammattaki anlam, her bendin sonunda tekrar eden vasıta veya tekrar beytinin etrafında dönmektedir. Bu beyit bütün bir şiirin özeti olarak da görülebilir. Bu yazıda ele alınan üç şirin vasıta ve mütekerrir beyitleri art arda sıralandığında şöyle bir manzarayla karşılaşılmaktadır:

Gâfil olma gözün aç âlem-i kübrâsın sen

Sidre vü levh ü kalem arş-ı mu’allâsın sen (Gubârî)

Aç gözin pertev-i âyine-i Mevlâsın sen

Mazhar-ı zât-ı Hudâ câm-ı mücellâsın sen (Nizamoğlu)

Hoşça bak zâtuna kim zübde-i âlemsin sen

Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen (Şeyh Gâlib)

Beyitlerde şairler, muhatap olarak insanı almıştır ve ona “sen” hitabıyla aslında ne olduğunu, asıl kimliğinin neyi ifade ettiğini hatırlatmaktadır. Her üç şiirde de anlam bu çizgide devam etmektedir. Redif olarak kullanılan “ -sin sen” öbeğinin yanı sıra Gubârî’nin ikinci, Nizamoğlu ve Şeyh Gâlib’in dördüncü bendlerinde bazı mısraların hem başında hem de sonunda tekrarlanan “sendedir” ifadesi bu anlamı destekler mahiyettedir. İkinci bir husus da vasıta beyitlerinde tekrarlanan “gözün aç”, “aç gözün” ve “bak” emir kipleridir. Şairler bu beyitlerde hem “sen” zamirine hem de görme eylemine vurgu yaparak şiirlerde işlenen temayı özetler gibidirler.

Şiirlerde işlenen ana temanın yanında bend bend işlenen konularda da büyük benzerlikler bulunmaktadır. Örneğin dünyanın geçiciliği ve faniliği konusu Gubârî’nin dördüncü bendinde, Nizamoğlu ve Şeyh Gâlib’in beşinci bendlerinde işlenen konudur.

Ayrıca şiirlerdeki konu birlikteliğinin yanında bazı ifadelerde de büyük benzerlikler bulunmaktadır. Örneğin Gubârî’de ikinci bendeki “Sendedür burc-ı şeref necm-i sa’âdet sende’ mısraı ile Nizamoğlu’nın şiirinin dördüncü bendindeki “Sendedür şems-i şeref burc-ı sa’âdet sende” mısraı arasında nerdeyse hiç fark yoktur. Yine bu iki şairin mahlaslarının bulunduğu “Ey Gubârî yüri var kendüni idrâk eyle” mısraı ile “Gel Nizâmoğlu onat kendüni idrâk eyle” mısraında da aynı ilişki bulunmaktadır. Aynı benzerlikler Gubârî ile Şeyh Gâlib’de de bulunmaktadır. Gubârî’nin “Sendedür mahzen-i esrâr-ı hüviyyet sende” ve “Sendedür dûzâh-ı suzân ile cennet sende’ mısraları ile Şeyh Gâlib’in “Sendedür mahzen-i esrar-ı muhabbet sende’ ve “Nazar etsen yer ü gök dûzâh u cennet sende” mısraları arasındaki benzerlik gözden kaçacak gibi değildir.

V. Sonuç:

Aynı konuyu işleyen üç şiir hem şekil hem de muhteva açısından büyük benzerlikler taşımaktadır. Bu nedenle bu üç şiiri nazire geleneği içinde bir zincirin halkaları olarak tanımlamak yanlış olmaz. Ancak Gubârî ile Nizamoğlu, birbirlerinin çağdaşı sayılmasına rağmen Şeyh Gâlib’le aralarında iki yüz yıllık bir zaman farkı vardır. Nazire geleneği içinde nazire şiirlerin yazıldıkları zamanların birbirine genellikle yakın olduğu göz önünde tutulduğunda aradaki bu büyük boşlukta başka nazirelerin bulunduğu tahmin edilmektedir. Gubârî’den bahseden dönem tezkireleri bu şiiri överken nazireliği konusunda herhangi bir ifade kullanmamışlardır (Yukarıda dönem tezkirelerinde yer alan şiirle ilgili ifadeler verilmişti). Bunun yanında kaynakların bu şiiri övmeleri, döneminde çok beğenilip okunduğunun bir göstergesidir. Bu nedenle söz konusu şiire birçok nazirenin yazıldığı ihtimali olduğu düşünülürse Gubârî’nin şiiri bir nazire zincirinde zemin şiir veya model şiir olarak kabul edilebilir.

Aradaki iki yüz yıllık dönemde bu çizgide yazılmış başka şiirler tespit edildiği takdirde burada incelenen şiirler birbirlerine daha yaklaşmış olacaklardır. Özellikle şiir ve nazire mecmualarının taranmasının bu konuda faydalı olacağı düşünülmektedir.

KAYNAKLAR

ALPARSLAN, Ali (1988), Şeyh Galib, Kültür ve Turizm Bakanlığı,

Ankara.

AYVAZOĞLU, Beşir (1995a), “Şeyh Gâlib’in Hayatı”, Şeyh Galib Kitabı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanlığı Yayınları, İstanbul, s.15-31.

AYVAZOĞLU, Beşir (1995), “Yaşayan Şeyh Gâlib”, Şeyh Galib Kitabı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanlığı Yayınları, İstanbul, s.143-149.

BİLGİN, A. Azmi(2000), Ümmî Sinan Divanı (İnceleme - Metin), Mili Eğitim Bakanlığı, İstanbul.

CANIM, Rıdvan (2000), Latîfî Tezkiretü’ş-şuarâ ve Tabsıratü’n-nuzamâ, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı, Ankara.

CENGİZ, Halil Erdoğan (1986), “Divan Şiirinde Musammatlar”, Türk Dili 415-416-417, Türk Dil Kurumu, Ankara, s.291-429.

DİLÇİN, Cem (1986), “Gazel”, Türk Dili 415-416-417, Türk Dil Kurumu, Ankara, s. 78-247

DİLÇİN, Cem (1997), Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, Türk Dil Kurumu,

Ankara.

[ERGUN] Sadettin Nüzhet (1932), Şeyh Galip, Kanaat Kütüphanesi, İstanbul.

GÖLPINARLI, Abdülbaki (1985), Şeyh Galib Divanından Seçmeler, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ankara.

GÜRER, Abdülkadir (2000), “Şeyh Gâlib Hakkında Yeni Bilgiler”, Türkoloji Dergisi XIII, Ankara, s. 204-225

İPEKTEN, Haluk (1996), Divan Edebiyatında Edebî Muhitler, Milli Eğitim Bakanlığı, İstanbul.

İSEN, Mustafa (1994), Künhü’l-ahbâr’ın Tezkire Kısmı, Atatürk Kültür Merkezi, Ankara.

KALKIŞIM, Muhsin (1994), Şeyh Galib Divanı, Akçağ Yayınları,

Ankara.

KALKIŞIM, Muhsin (1997), “Şeyh Galib’in Bir Tercî-i Bendini Şerh Denemesi”, Akademik Bakış 2, s. 56-61.

KALPAKLI, Mehmet (2006), “Osmanlı Şiir Akademisi: Nazire”, Türk Edebiyatı Tarihi II, Kültür ve Turizm Bakanlığı, İstanbul, s. 133-137.

KAPLAN, Mahmut (1993), “Gubarî Abdurrahman Efendi’nin Pend-nâmesi”, Yedi İklim Haziran, İstanbul, s. 34

KILIÇ, Filiz (2010), Aşık Çelebi Meşâirü’ş-şuarâ İnceleme - Metin, İstanbul Araştırmaları Enstitüsi, İstanbul.

KÖKSAL, M. Fatih (2003), “Nazire Kavramı ve Klâsik Türk Şiirinde Nazire Yazıcılığı”, Diriözler Kitabı Prof. Dr. Meserret Diriöz ve Haydar Diriöz Hatıra Kitabı, Ankara, s. 215-290.

KÖKSAL, M. Fatih (2006), “Nazire (Türk Edebiyatı)”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi 32, İstanbul, s. 456-458.

KÖKSAL, M. Fatih (2006b), Sana Benzer Güzel Olmaz Divan Şiirinde Nazire, Akçağ, Ankara.

KURNAZ, Cemal (2007), Osmanlı Şair Okulu, Birleşik, Ankara.

KURNAZ, Cemal ve Halil ÇELTİK (2010), Divan Şiiri Şekil Bilgisi, H

Y ayınları, Ankara.

KUTLUK, İbrahim (1989), Kınalı-zâde Hasan Çelebi Tezkiretü’ş-şuarâ I-II, Türk Tarih Kurumu, Ankara.

ÖZMEN, İsmail (1998), Alevi-Bektaşi Şiirleri Antolojisi II, Kültür Bakanlığı, Ankara.

PAKALIN, Mehmet Zeki (1983), Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü III, Milli Eğitim Bakanlığı, İstanbul.

REDHOUSE, James W.(1276), Müntehabat-ı Lugat-i Osmaniye, İstanbul.

Seyyid Seyfullah (1326), Külliyât-ı Seyyid Seyfullah, Dersaadet Ahmed Kâmil Matbaası, İstanbul.

TANPINAR, Ahmet Hamdi (1988), 19 uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Çağlayan Kitabevi, İstanbul.

TARLAN, Ali Nihad (1946), “Eski Mecmualar Arasında”, İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi 1/2, İstanbul, s. 122-137.

TOSUN, Necdet (2009), “Seyyid Nizamoğlu”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi 37, İstanbul, s. 73-74.

ÜNLÜ, Osman (2005), “Abdurrahman Gubârî Efendi ve Kıssa-i Yûsuf u”, Erciyes 333, Kayseri, s. 16-20.

YAmAn, Mehmet (1976), Seyyid Nizamoğlu Hayatı - Eserleri -Divanı, Can Yayınları, İstanbul.

YAVUZ, Hilmi (1995), “ “Hoşça Bak Zâtına” ya da “Epimelesthai Seautou”: Bir Arkeoloji Denemesi”, Şeyh Galib Kitabı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanlığı Yayınları, İstanbul, s.59-63.

EKLER I. Abdurrahman Gubârî’nin Tercî-i Bendi:

(Gubârî’nin şiiri için Ali Nihad Tarlan’ın neşrettiği nüsha (A), Süleymaniye Kütüphanesi Nuruosmaniye Bölümü 4959 (N1) ve 4967 (N2) numaralarda bulunan nüshalar kullanılmıştır)

Bir gece sâkin idüm hânkâh-ı vahdetde7 İ’tikâf etmiş idüm künc-i gam u mihnetde8 Gözlerüm yummuş idüm âlem-i pür-ibretde9 Gaflet uykusı beni almış idi gâyetde Pür idi sem’-i semâ’ penbe ile gafletde10 Dil-i efsürde hacîl11 olmış idi şiddetde Eyle gark olmış idüm ka’r-ı yem-i gaflete kim12 Akl u fikr u dil u cân kalmış idi hayretde13 Rişte-i hasret ile bağlı idi her a’zam

Mâ-hasal kâsır idüm gâyet ile hidmetde Gûş-ı hûşa14 bu nidâ irdi15 o dem hâtıfdan Dedi ey âlem-i sugrâda olan zilletde16 Gâfil olma gözün aç âlem-i kübrâsın sen Sidre vü levh ü kalem17 arş-ı mu’allâsın sen

Sendedür mahzen-i esrâr-ı hüviyyet sende18 Sendedür râbıta-i rişte-i vahdet sende Sendedür ma’den-i irfân-ı hidâyet19 sende Sendedür menba-ı envâ’-ı kerâmet sende Sendedür mihr-i cihân-sûz-ı mahabbet sende20 Sendedür burc-ı şeref necm-i sa’âdet21 sende Sendedür câm-ı Cem ü âyîne-i İskender Sendedür çeşme-i cân milket ü zulmet22 sende Sendedür âlem-i lâhût makâm-ı ceberût Sendedür dûzeh-i sûzân dahı23 cennet sende Sendedür her ne ki maksûd edinürsen sende Sendedür kufl-ı tılısmât-ı hakîkat sende Gâfil olma gözün aç âlem-i kübrâsın sen Sidre vü levh ü kalem arş-ı mu’allâsın sen

Sen habâbı felegi câm-ı mücellâ24 sandun25 Sen serâbı anun içinde görüp26 mâ sandun Hokka-i çarh ki zehr ile leb-â-leb pürdür Sen anı toptolu tiryâk-ı Mesîhâ sandun Gözüne pîrezen-i dehr görindi tâze Zîver-i âriyeden anı mu’arrâ sandun Külhen-i dehre bakup27 gülşen-i zîbâ sandun28

Ser-be-ser ahkerin anuñ gül-i hamrâ sanduñ Hem görindi saña etfâl-i şeyâtîn gılmân29 Bu fenâ bâğını sen cennet-i Me’vâ sanduñ30 Dîde-i hırs ile bu âlem-i sugrâya bakup Aldanup añlamayup âlem-i kübrâ sanduñ31 Gâfil olma g0züñ aç âlem-i kübrâsın sen Sidre vü levh ü kalem arş-ı mu’allâsın sen

Niçe bir bunca zaman zînet ü zîver niçe bir Niçe bir cübbe vü destâr-ı32 hamâkat niçe bir Niçe bir kayd-ı libâs33 niçe bir âdet-i nâs Niçe bir şevket34 ile şöhret-i âfet niçe bir Niçe bir rind-i cihân vâlih u şeydâlar ile Güft ü gû vü tarab-ı tavr-ı zerâfet niçe bir Niçe bir bâğ-ı cihânda oturup mîrâne Bunca35 yârân-ı safâ ile bu işret niçe bir Niçe bir nefs hevâsına uyup36 leyl ü nehâr Niçe bir zâyi’ ola bu dem-i fursat niçe bir Bu hamâkat niçe bir bunca fezâhat37 niçe bir Bu şekâvet niçe bir hây bu gaflet niçe bir Gâfil olma g0züñ aç âlem-i kübrâsın sen Sidre vü levh ü kalem arş-ı mu’allâsın sen

Cümle38 zerrât-ı cihân matla’-ı irfândur hep Ehl-i39 idrâk olana rem-i işâretdür hep Nakş-ı zâhirde ‘ıyân cümle ulûm-ı bâtın Küllü şey’ mürşid-i erbâb-ı basîretdür40 hep Nazar et dîde-i cân ile cihânı añla Mahzen-i ilm-i ledün mahzar-ı hikmetdür41 hep

Hikmet ü ibret ü hep remz işâret ne ki var Hep Hudâdan sana ta’lim ü hidâyetdür42 hep Fehm içün âlem-i kübrâyı ulu’l-ebsâra Sûret-i âlem-i sugrâ43 heme sûretdür hep Ey Gubârî yüri var kendüñi idrâk eyle Pendümi gûş ile hûş et ki beşâretdür44 hep Gâfil olma g0züñ aç âlem-i kübrâsın sen Sidre vü levh ü kalem arş-ı mu’allâsın sen

II. Seyyid Nizamoğlu’nun Tercî-i Bendi:

(Matbu metinde bazı mürettip hataları tespit edildiği için eserin Süleymaniye Kütüphanesi Uşşâkî Tekkesi Bölümü 85 (U1) ve 199 (U2) numaralarda bulunan yazmalarla karşılaştırılmış ve nüsha farkları dipnotlarla gösterilmiştir.)

Tercî-i Bend-i Diğer

Kendüñ idrâk edegör nûr-ı musaffâsın sen Mebde-i her dü cihân sırr-ı ev ednâsın45 sen Senüñ içün yer ü gök46 çarh u felek buldı vücûd Cümle bu defter [u] dîvândaki ma’nâsın sen Saña bildürdi Hudâ evvel ü âhir ilmin Olma câhil hazer et âlim ü dânâsın sen Sensin47 ol âyet-i Kur’ân ile tekrîm olınan Saña Hak demedi mi alleme ’l-esmâsın48 sen Aç gözin pertev-i âyîne-i Mevlâsın sen Mazhar-ı zât-ı Hudâ câm-ı mücellâsın sen

Ne revâdur bu fenâ mülkine mağrûr olmak Bu hayâlâta verüp gö^üm mesrûr olmak Bu anâsır saña etdürdi ferâmûş asluñ Aldanup zulmet-i dünyâ ile bî-nûr olmak Sen ezel kurb-ı visâline karîb idüñ anuñ Saña lâyık mıdur asluñ unıdup dûr olmak Evvel ü âhir ebed mülk ü mekânuñdı49 senüñ

Terk edüp ol vatan-ı aslum makhûr olmak

Aç gözm pertev-i âyîne-i Mevlâsın sen Mazhar-ı zât-ı Hudâ câm-ı mücellâsın sen

Kendüzin kim ki bilür bil ki ol50 Allâhı bilür Âlem-i dilde olan Hakka giden râhı bilür Gayrıdan kim ki eder âlem-i kalbi sâfî Cümleye hâkim-i mutlak olan ol şâhı bilür Yok eden varlığını var ile varlıkda durur51 Kendüzin görmeyen ol Hazret-i billâhı bilür Sendedür istediğü^52 serseri gezme saña gel Kendü âyînesine kim ki bakar râhı bilür Aç gözin pertev-i âyîne-i Mevlâsın sen Mazhar-ı zât-ı Hudâ câm-ı mücellâsın sen

Sendedür genc-i ezel hânesinin miftâhı Sendedür şems-i şeref burc-ı sa’âdet mâhı Sendedür cennet tûbâ vü melek hûr u kusûr53 Sendedür bârigeh-i Hazret-i Hak dergâhı Sendedür Ka’be vü zemzemle54 Safâ vü Merve Gafleti ko nazar et kendüñe gâhî gâhî Sendedür istedüği halk-ı cihânuñ cümle Senüñ içün çekilür sînede âşık âhı Aç gözin pertev-i âyîne-i Mevlâsın sen Mazhar-ı zât-ı Hudâ câm-ı mücellâsın sen

Ne aceb gaflet-i dünyâ ile sekrân olasın Bu fenâ tekyesi55 esrârına hayrân olasın Bilmedüñ mi bu fenâ dâr-ı karâr olmaduğın Bir iki gün bu cihân milkine mihmân olasın Zerresin sûret-i zâhirde velî añlamaduñ Âlem-i ma’nide hûrşîd-i dırahşân olasın Gel Nizâmoğlı oñat kendüñi idrâk eyle Küntü kenz56 âleminüñ gevherine kân olasın Aç gözin pertev-i âyîne-i Mevlâsın sen Mazhar-ı zât-ı Hudâ câm-ı mücellâsın sen

III. Şeyh Gâlib’in Mütekerrir Müsemmeni

(Kalkışım 1994: 179-181)

Ey dil ey dil neye bu rütbede pür-gamsın sen Gerçi vîrâne isen genc-i mutalsamsın sen Secde-fermâ-yı melek zât-ı mükerremsin sen Bildiğün gibi değül cümleden akdemsin sen Rûhsun nefha-i cibrîl ile tev’emsin sen Sırr-ı Haksın mes’ele-i Îsî-i Meryemsin sen Hoşça bak zâtuna kim zübde-i âlemsin sen Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen

Merteben ayn-ı musammâdır esmâ sanma Merci’ün Hâlık-ı eşyâdur eşyâ sanma Gördüğün emr-i muhakkakları rü’yâ sanma Başkasın kendini sûretle heyûlâ sanma Keşf ile sâbit olan ma’nîyi da’vâ sanma Hakkına söylenen evsâfı müdârâ sanma Hoşça bak zâtuna kim zübde-i âlemsin sen Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen

İnleyüp sırrunı fâş eyleme ağyâra sakın Düşme bilmezlik ile varta-i inkâra sakın Değmesin ellerün kakül-i dil-dâra sakın Sonra Mansûr gibi çıkman olur dâra sakın Arz-ı acz etmeyesin yâreden ol yâra sakın Bulduğun cevher-i âlileri biçâre sakın Hoşça bak zâtuna kim zübde-i âlemsin sen Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen

Sendedür mahzen-i esrâr-ı muhabbet sende Sendedür ma’den-i envâr-ı fütüvvet sende Gizli gizli dahı vardur niçe hâlet sende Ma’rifet sende hüner sende hakîkat sende Nazar etsen yer ü gök dûzâh u cennet sende Arş u Kürsiyy ü melek sendedür elbet sende Hoşça bak zâtuna kim zübde-i âlemsin sen Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen

Hayfdur şâh iken âlemde gedâ olmayasın Keder-âlude-i ümmîd u recâ olmayasın

Vâdî-i ye’se düşüp hîç ü hebâ olmayasın

Y amlup reh-rev-i sahrâ-yı hevâ olmayasın Ademe muttasıl ol tâ ki cüdâ olmayasın Secdeler eyle ki merdûd-i Hudâ olmayasın

Hoşça bak zâtma kim zübde-i âlemsin sen Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen

Berk-i hâtıf gibi bu kayd-ı sivâdan güzer et Erişen hâr u hâsa âteş-i aşkı siper et Damenin tutmaya âsâr-ı alâyık hazer et Şems-veş hâhiş-i Monlayıla azm-i sefer et Sâf kıl âyinem kâbil-i aks-i suver et Hele bir cem’-i havâs eyle de Gâlib nazar et Hoşça bak zâtma kim zübde-i âlemsin sen Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen

1

   Surre Emini: her sene Haremeyn’e gönderilen “Surre-i Hümayun”un idaresi uhdesine tevcih olunan memurun unvanıdır. Bu vazifeye dindarlık ve doğrulukla tanınmış olan yüksek rütbeli askerî, mülkî veyahut ilmî memurlardan biri tayin olunurdu. Surre Emini “Surre alayı” denilen merasimle yola çıkar, emanetleri alakalılara dağıttıktan ve hac farizasını da eda eyledikten sonra İstanbul’a dönerdi (Pakalın 1983: 283).

2

   Gubârî’nin hayatı hakkında daha fazla bilgi için bkz. Ünlü: 16-18

3

   Külliyât-ı Seyyid Seyfullah, Dersaadet Ahmed Kâmil Matbaası, 1326.

4

   YAMAN, Mehmet (1976), Seyyid Nizamoğlu Hayatı - Eserleri - Divanı, Can Yayınları, İstanbul.

5

   Ancak yazar müseddes olarak nitelediği şiiri eserine alırken başlığını “Tercî-i Bend” olarak koymuştur (s.47). Ayrıca bu isimlendirme de yanlıştır, daha sonra da açıklanacağı gibi bu şiir bir müsemmendir.

6

   H. Hüsrev Hâtemi (1989): Hoşça Bak Zâtına, İşaret Yayınları, İstanbul.

7

   vahdetde: gafletde A

8

   gam u mihnetde: gam-ı uzletde A

9

   ibretde: hayretde N2

10

   sem’-i semâ’ penbe ile gafletde: gafletle penbe-i sımâh-ı sem’üm A

11

   hacîl: hacer A

12

   gaflete kim: fikretde N2

13

   hayretde hacletde: N2

14

   Gûş-ı hûşa: Gûş u hûşa: N1

15

   irdi: geldi N2

16

   olan zilletde: kalan gafletde A, N1

17

   Sidre vü levh ü kalem: Sidre-i levh-i kalem A, N2

18

   Bendin mısraları N2 nüshasında karışıktır.

19

   hidâyet: ilâhî A, N1

20

   mahabbet sende: meh-i şâm-efrûz N1

21

   burc-ı şeref necm-i sa’âdet: necm-i şeref burc-ı sa’âdet A

22

   milket ü zulmet: milket-i zulmet A, N1

23

   dahı: ile N2

24

   mücellâ: musaffâ N2

25

   Bu bendin bazı mısraları N2’de karışıktır.

26

   Sen serâbı anun içinde görüp: Hem şarâbı görüp içinde anun N2

27

   dehri görüp: dehre bakup N2

28

   sandun: sen de N2

29

   Hem görindi saña etfâl-i şeyâtîn gılmân: Dahı etfâl-i şeyâtîn görindükde saña N2

30

   Bu fenâ bâğını sen cennet-i Me’vâ sanduñ: Hûr u gılmân-ı kamer-çihre-i Me’vâ sanduñ

31

   Aldanup añlamayup âlem-i kübrâ sanduñ: Sidre-i levh-i kalem-i arş-ı mu’allâ sanduñ N2

32

   cübbe vü destâr: kubbe-i destâr N1

33

   kayd-ı libâs: kayd u libâs N1

34

   şevket : gaflet N1

35

   Bunca: Heme N2

36

   uyup: düşüp N1

37

   fezâhat: hasâret N2

38

   Cümle: Bunca A

39

   Ehl-i: Eğer A

40

   basîretdür: tarîkatdür A

41

   hikmetdür: ibretdür A

42

   hidâyetdür: işâretdür A

43

   sugrâ: kübrâ A

44

   beşâretdür: işâretdür N2

45

   Fekâne kâbe kavseyni ev ednâ (Necm LIII: 9): “ O kadar ki iki yay arası kadar, hatta daha da yakın oldu”

46

   yer ü gök: yer gök U1

47

   Sensin: Sensün U1

48

   Ve alleme âdeme ’l-esmâe.. (Bakara II: 31^: “Ve Âdem’e bütün isimleri öğretti...”

49

   mekânundı: mekânundur U1, U2

50

   ol: - U2

51

   varlıkda durur: varlıkdadur U2

52

   istediğün: istediğin U2

53

   tûbâ vü melek hûr u kusûr: tûbâ melek hûrî kusûr U1, U2

54

   Ka’be vü zemzemle: Ka’be-i zemzemle U1

55

   tekyesi: tekyesinün U2

56

   Küntü kenzen mahfyyen... (Kudsî hadis): “Ben gizli bir hazîneydim...”